Son Dakika



Eskiden gazeteler bilgisayar ortamında hazırlanmaz böyle, yazılar kurşunla dizilir, kalıba dökülürdü. Dizgicinin yanlışlarını düzeltmek için her gazetenin bir düzelti odası vardı. Kimileyin, haberi yazanların toparlanamamış tümceleriyle, o, anlı şanlı köşe yazarlarının dil yanlışları, emektar dizgicilerin yanlışlarını gölgede bırakacak kadar çok olurdu. Sonuçta bütün bu yanlışlar, bir lağım borusu patlamışlığıyla düzelti odasında dökülüp saçılır, orada temizlenirdi. Gelgelelim bu temizlik sırasında, düzeltmenin yanlış yapması ya da bir yanlışı gözden kaçırması, kabak misali başında patlardı. O zaman hemen yazı işleri müdürü ya da genel yayın yönetmeni düzelti odasının kapısından başını uzatır; o, bir kişinin gözünden kaçan yanlış için hepimiz azarlanırdık! Bir defasında, burnundan kıl aldırtmayan bir köşe yazarının özgün yazısını bulup Genel Yayın Yönetmeni’nin gözüne doğru uzatmıştım.

“İşte bakın, kendi yazısı, öyle yazmış!”

“Anlamam. Her yanlıştan siz sorumlusunuz!” demişti baskın bir tonda.

Dayanamamıştım:

“Peki ya, hayatınızın yanlışlarından da biz sorumlu olacak mıyız?”

Bir süre ters ters yüzüme bakıp sonra öfkeyle kapıyı çekmişti Yayın Yönetmeni.

İşimizin asıl güçlüğü, okunacak yazıların çokluğu nedeniyle, dur durak bilmeksizin çalışmamız; beynimizin ve gözlerimizin belli bir saatten sonra yorgun düşmesiydi! Koca bir günlük gazetenin yanı sıra yayımlanan eklerin, dergilerin ve kitapların da yazılarını düzelti odası okuyordu. Başımızı kaşıyacak zaman bulamıyorduk dersem, abartı sanmayın. İçimizden birinin, bir sigara, bir bardak çay içimi süresince dalga geçmesi, iş arkadaşların daha da fazla çalışmasını gerektiriyordu. Birimiz hastalanıp da işe gelemediğinde, herkesin kızgınlığını üstüne çekerdi. Öylesine aşırı ve dinlenmeksizin çalışırdık ki, sabahleyin işbaşı yaptığımızda, çoğu kez bir önceki günün yorgunluğu henüz üzerimizde olurdu. Bu da aksilenme, sinirlilik biçiminde kendini gösterir, birbirimizle dalaşır dururduk gün boyunca.

Bir, iki kişi daha işe alalım diye Yazı İşleri Müdürümüze ne zaman başvursam, dediklerimi anlamamış gibi donuk gözlerle yüzüme bakar, yalnızca kaşlarını kaldırmakla yetinirdi. Ardından da her zamanki gerekçesini yinelerdi:

“Gazetenin durumu iyi değil, patron adam çıkarmamı istiyor. Ben direniyorum!”

Öyle bir tablo çizerdi ki Müdür, neredeyse her defasında, bizleri işten atmadığı için minnet duygularıyla odasından ayrılırdım!

Her türden insan vardı düzelti odasında. Kent dışındaki gecekondusundan Tanrı’nın her günü üç araç değiştirerek işe yetişmeye çalışan eski sendikacı Abdullah. Hem okuyup hem çalışan iki üniversite öğrencisi: Adil ile Seyfi. Kocası siyasal eylemlerinden ötürü hapse düşünce çalışmak durumunda kalmış, ortaokul çıkışlı Sabahat. Polisiye romanlara ve çapraz bilmece çözmeye meraklı emekli Türkçe öğretmeni Melisa Hanım. Eli kalem tutan kişiler olarak da Müteşair Çelebi’yle ben… İkimiz, buranın en eski çalışanıydık. Bu nedenle yalnızca ikimiz kadrolu elemandık. Öteki arkadaşlar güvencesiz çalışıyordu. Gazetenin muhasebesi, telif makbuzu imzalatarak aylıklarını ödüyordu onlara. Sekiz saati aşan çalışmalarımızın ücretiyse hiç ödenmiyordu. Bu konuyu ne zaman gündeme getirsek; “Gazetecilik memurluk değildir. Gazeteci, günün yirmi dört saati gazetecidir. Bu mesleğin kuralı bu… Beğenmeyen gitsin memur olsun!” saptırmasıyla lafı ağzımıza tıkarlardı.

Oysa yaptığımız iş gazetecilik değil, düpedüz lağım işçiliğiydi; başkalarının kâğıda dökülmüş ishalini, kusmuğunu temizlemekti!

Hepimizin morali bozuktu. Yaptığımız işi sevmeden, ekmek davası uğruna delicesine çalışarak yapıyorduk. Sabah giriyorduk odaya, başımızı kaldırdığımızda bir de bakıyorduk ki, gece karanlığı çökmüş ortalığa. Öğlen yemeği parası da aylıklarımıza eklenen üç, beş liradan öteye geçmiyordu. Bir aylık yemek parasının toplamı, bir haftalık yemek giderimizi karşılamıyordu bile. Kimi arkadaşlar, evinden yemek getiriyor; kimileri, su bardağıyla çay eşliğinde ekmek arası ıvır zıvır şeyler yiyerek nefis köreltiyordu. Kimileri de gazetenin çevresinde açılmış üçüncü sınıf aşevlerine, seyyar köftecilere borç takıyordu.

Tutumluluk adına öyle akıl almaz kısıntılar yapılırdı ki… Örneğin tuvaletlere sabun konulmaz, çalışanlar tuvalete girerken kullanacakları sabunu yanlarında taşımak durumunda kalırdı. Tuvalet kâğıdı yerine bobin artığı kaba kâğıtlar konurdu. Bu duruma öfkelenenler, inadına o kaba kâğıtları tuvalete atar, sık sık tıkanmalara neden olurlardı.

Yönetimin bir uygulaması da, aylıkları geciktirerek ödemekti. Bir ay zamanında ödenirse aylıklar, onu izleyen iki ay gecikmeli ödenirdi. Kasada para olmadığından değil; toplu paranın bir hafta, on gün repoda tutulup fazladan kazanç elde etme uyanıklığındandı bu.

Çalışanlar arasında bir dayanışma, birliktelik olmasın diye arada bir, içimizden birini odasına çağıran Yazı İşleri Müdürü, ona, “sen özelsin” duygusunu uyandıracak biçimde ilgi gösterir; “Bir sorunun olursa doğrudan bana gel” der, sonra da elemanlar arasındaki çelişkileri, sürtüşmeleri, topluca davranma eğilimlerini öğrenmeye çalışırdı.

Birinde, beni odasına çağırmıştı, oradan buradan konuşuyorduk Müdür’le. Ben de bu yakınlıktan yararlanarak, elimize geçen parayla geçinemediğimizi, dışarıda ek işler yapacak zamanımızın da olmadığını, hiç değilse, fazla mesailerimizin ödenmesini rica ettim tatlı bir dille.

“Sendikacı gibi konuşmayı bırak!” dedi bana buyurucu, ama yumuşak bir tonda. “Seni severim, bilirsin. Sana yardımcı olayım, ama bana, başkalarının hakkını savunmak için gelme! Bak, sana ek gelir sağlayacak bir yol göstereyim: Gazetemizin eklerine yazabilirsin mesela. Şöyle ilgi çekecek yazı dizileri hazırla ya da... Önerilerini dosya halinde getir. Tasarın gazeteye okur aldırırsa; ben de sana ayrıca bir maaş yazarım, telif olarak. Al sana ek gelir…”

Doğrusu, bu benim için iyi bir çıkış olabilirdi. Yazılarım tutulursa belki yazı işlerine geçme şansını bile elde ederdim!

O günden sonra gazetede ya da eklerde yayımlanacak dizi yazı konuları tasarlamaya başladım. Dizi tasarılarımdan biri, gazetenin hafta sonunda verdiği “Şehir” ekiyle ilgiliydi. İstanbul’un değişik semtlerinde oturan birçok çalışanımız vardı. Her hafta bir arkadaşımız, kendi semtini yazabilirdi sözgelimi. Bir yıl, belki de daha fazla sürerdi bu dizi. İstanbul, bitmez tükenmez bir kaynaktı bu yönden. Semtlerin gelmişini geçmişini, sorunlarını, tarihi yapılarını, ünlülerini, söylencelerini, saklı güzelliklerini, meyhanelerini, aşevlerini, kahvelerini, kısacası her şeyini belgeleyen bir dizi olurdu. Ayrıca bu dizi yazıyı gazete bir kitapta toplayarak, okurlarına kupon karşılığında verebilirdi. Hem konuyu tasarlayan bana, hem de kendi semtini yazacak arkadaşlara telif ödenirdi. Böylece gazete, her hafta bir semtte patlama yapar, kent içi satışları yükselirdi.

Semtler dizisi tasarısını ayrıntılarıyla kâğıda dökerek dosyayı Yazı İşleri Müdürü’ne teslim ettim.

Dosyayı hazırlarken, zaman zaman çocukluğunun İstanbul’unu yazacağını söyleyen, yaşamını değişik semtlerde geçirmiş Çelebi’nin de telif ücreti kazanması için, ona birden çok semtin hikâyesini yazdırmayı kurmuştum.

Dosyayı Yazı İşleri Müdürü’ne verdiğim gün, kafamdan geçenleri Çelebi’ye de anlattım, sevineceğini umarak. O an içinde kopan kıskançlık fırtınasını yüzünden okuyamayışım, hem onun duygularını gizlemekteki ustalığın, hem de benim herkesi kendim gibi bilecek kadar saf oluşumun bir eseridir! Tasarıya ilişkin görüşünü belirtmedi, yalnızca, kendisinden istediğim yazıları yazabileceğini söylemekle yetindi.

Dedim ya, bu da benim zayıf yanım: Biriyle bir şey konuştuğumuzda, verilmiş söze bağlı kalacağına inanıyorum. Oyalamak, aldatmak, yanıltmak amacıyla ya da sonradan caymak üzere yalan yere söz verilmiş olabileceğini düşünemiyorum. Çünkü ben öyle yapmıyorum, bir konuda söz verdiğimde, olabildiğince sözüme bağlı kalıyorum.

Sanırım, yapılan kalleşliği olağan karşılayıp sineye çekemeyişim de bu yüzden…

Bu konudaki asıl yanlışımsa, Çelebi’yle arkadaşlığımızın uzun zamana dayanması, birbirimizi ailece tanıyor olmamız, birlikte yiyip içmişliğimiz nedeniyle, beni arkadan vurabileceği olasılığını aklıma getirmeyişim oldu. Bunca yıl kimi huylarını yadırgasam da, onu hep olduğu gibi benimsediğimden; bencilliğini, ona gereksinim duyduğunuzda kuntlaşmasını, kimse için rahatını bozmama ilkesini, nekesliğini, alıcı olmayı vericilikten daha fazla sevişini görmezden gelerek arkadaşlığımızı ilerletmiştim. Onun çıkarına dokunacak bir şey yapmadığım gibi, zaman zaman da ona çıkar sağlamayı arkadaşlık gereği saymışımdır. Ben ona karşı ne denli hesapsızsam, tersine o her zaman hesaplı ve ölçülüydü. Bunun en iyi örneği, birbirimize imzaladığımız kitapların sayfasına düşülmüş sözlerde saklıydı. Gönlünü hoş etmek amacıyla ona övgülü sözler yazarken, o, boş övgüsünde bile nekesliği elden bırakmazdı. Hep başkalarının kendisini beğenmesini, hakkında bir şeyler yazılmasını bekler, kendini böyle bir borcun dışında sayardı. Evine kimseleri konuk çağırmazdı da, ilk kez tanıştığı kimselerin evine bile konuk gitmelere, şölen sofralarında ağırlanmalara bayılırdı. Hani ne derler, naz ehliydi hazret. Kendisinin sevilmesine, ağırlanmasına izin verirdi!

Yaşça benden birkaç yıl öndeydi Çelebi. Elimde olmaksızın kendimi ona karşı saygı borcu altında görüşüm biraz da bu yüzdendi. Bir kusur, bir zayıflıktı belki; ama elden ne gelir, büyüğe saygı genlerimizde taşıdığımız bir özellikti. Kendime yüklediğim bu anlamsal borç, onu sanki bana karşı başka alacakların da sahibi yapmıştı zamanla. Bende fazla olan her kitabın birini ona vermeyi alışkanlık edinmiştim. Bende bir ressamın iki tablosu varsa, birini ona ayırırdım. Sevinerek alıp çantasına yerleştirirdi bu tür armağanları. Ama bir keresinde, ondaki az bulunur bir kaynak kitaptan yararlanmak istediğimde, o kitabı bulabileceğim kütüphanenin yerini tarif etmekle yetinmişti.

Gelgelelim bu ince hesaplara dayalı davranışlar, içten pazarlıklar, alacasını içinde taşıma durumları, dışardan bakanların, hele de at gözlüğü takmış olanların kolay kolay göremeyeceği ayrıntılardı.

Yüzünün ergenlik kalıntılarını gizlemek için gençlik çağından beri sakal bırakmıştı. Külrengi sakalından ötürü müydü bilmem, kişileri yalnızca dış yüzüyle değerlendirenler, adı gibi çelebi bir insan sanıyordu onu. Yakasız, ak patiskadan gömleği, yuvarlak tel çerçeveli gözlüğü, yaz aylarında kolay yıkansın diye usturaya vurdurduğu başıyla, çağdaş bir edebiyat adamından çok, taşra kasabalarından cerre çıkmış bir medrese mollasını andırıyordu. Ne zaman yeni bir şeytanlık geçirse kafasından, küçük gözlerini iyice kısıp küçülterek bakışlarını boşluğa diker, akik taşlı gümüş yüzüklü eliyle sivri sakalını sıvazlardı. Kimseler bilemezdi o anda kafasının içinde ne şeytanlıklar döndüğünü. Görüntüsü sakin, ses tonu efemine kuşkusu uyandıracak ölçüde yumuşak, davranışları telaşsız, gülümseyişleri masumcaydı. Bu hallerine aldanarak, onu eski bir İstanbul efendisine benzetenler bile olurdu. Bütün silahı da bu yanıltıcı halleriydi zaten. Yoksa eski İstanbul’u da pek bilmez, efendiliğin erdemine de inanmazdı. Şiirlerine serpiştirilmiş şu sözler, onun gerçek kişiliğini ele veren ipuçlarıydı:

“İnsana güç kaybettiren şey, güçsüze acımaktır.” 

“Özlemine dayanamayacağın birini asla sevme!”

“Bütün mutluluklar acı üzerine kurulur.”

Çelebi, şeytani yaşam felsefesinin tohumlarını şiirlerinde gizliyormuş da, haberimiz yokmuş! Biz saflar onu illa da iyi gözlerle görmeye çalışıyormuşuz!

Dedesinin İkinci Abdülhamit döneminde İstanbul’a geldiğini söylerdi. Orası doğruydu belki. Ama Çarşamba semtinde mahrukatçılık eden dedesinin, tartıda ağır çeksin diye kömürü özellikle ıslattığını; bu kömürleri evine götürüp de mangalda yakamayan insanların, getirip kavga dövüş geri verdiklerini; bir defasında da öfkeli bir zabitin, “Ulan gavvat, kömürlerin üzerinde gusül aptesi mi alıyorsun yoksa?” diyerek dedesini dövmeye kalkışmasını pek anlatmazdı. Onun yerine, üç kuşaktan beri İstanbullu olduklarını, çocukluğunun otuz dönümlük bir bahçe içinde kondurulmuş bir ahşap köşkte geçtiğini, eskiden İstanbul’un bütün kıyılarından denize girildiğini, balığa çıktıklarında kovalar dolusu palamut yakaladıklarını, akşamcı olan babasının Haliç’te avladığı toriklerden lakerda yaptığını, babaannesinin Rum ve Ermeni hanımlarla komşuluk ettiğini son zamanlarda özellikle vurgulardı.

Eski İstanbul yaşayışına ilişkin bilgiler daha önceleri hiç ilgisini çekmediği halde, son dönemlerde bu alanda güçlü bir rüzgâr esmeye başlamış olması, onun içinde boğulup kalmış birtakım hevesleri kamçılamıştı. Onca yıldan beri dergilerde yayımladığı şiirlerini hiçbir yayınevine önerememişti. Çünkü adı öne çıkmış nitelikli şairlerin kitapları bile az sayıda basılırken, kendisini kapıdan çevireceklerini iyi biliyor, bu sonuca katlanmamak için, hayattayken şiirlerini kitaplaştırmayacağını söylüyordu. Örnek olarak da Yahya Kemâl’i gösteriyor; bir anlamda da kendini onun düzeyinde çıkartmış oluyordu. Buna karşın çocukluğunun İstanbul’unu anlatan bir kitap yazacağını, Menderes dönemindeki imar çalışmalarının bu tarihi kente nasıl zarar verdiğini, ne camiler, ne mescitler yıkıldığını açık seçik anlatacağını, bir dönemin sahte dindarlarının maskesini düşüreceğini anlatıyordu. Ancak bu sözlerinin üzerinden aylar, yıllar geçiyor, bir türlü yazmayı düşlediği kitap kaleme gelmiyordu.

Yazı İşleri Müdürü’ne verdiğim İstanbul’un semtlerine ilişkin tasarımla, Çelebi’nin, gerçekleşmeyip kursağında kalmış tüm heveslerini ortaya dökmesi ve içinde derin aşağılık duygusu kuyuları oluşturan bu eksikliğini gidermesi için ona iyi bir fırsat yaratmışım meğer…

Yazı İşleri Müdürü, hazırladığım dosyayı incelemiş ve pek beğenmişti. Böyle bir diziyle gazetenin satışının artacağına aklı yatmıştı. Dosya, pazartesi günleri toplanan Yayın Kurulu’nda da görüşülmüş, patron tarafından olumlu karşılanmış. Yalnız bir noktaya karşı çıkıyordu Müdür: Semtleri yazacak olanlara telif ödenmesini gereksiz bulmuştu. “Bir yazıya iki telif ödenmez” diyordu, gerekçe olarak.

Bir süre karşılıklı tartıştık bu konuyu. İkimiz de kendi görüşümüzde direndik. Anlaşılan, Müdür, kendi görüşünü kolayca benimsetebileceğini sanıyordu. Söylemi yer yer buyurganlaşıyor, belli ki direnmeyi uzatıyor olmamdan sıkılıyordu. Bense tasarı sahibi olmanın verdiği rahatlıkla direniyordum. Konuşmamızın bir yerinde, bu tasarıyı çekebileceğimi, üstü örtülü biçimde belirttim.

Bu onu ürkütmüş olmalıydı. Bir an sustuktan sonra, “Sen şimdi git, biraz daha düşün, yine görüşürüz” dedi.

Kalkıp odasından çıktım. Düzelti odasının o alıştığımız gerilimli ortamına döndüm. Bir gün geçti, iki gün geçti, Müdür ha şimdi arar, şimdi arayacak, bir orta yolda buluşacağız diye umutla bekledim. Aramıyordu. Hiçbir ses seda, hiçbir belirti yoktu arayacağına ilişkin.

Bu arada dosyayla benim ilişkimi tümden bitirmiş olduğunu bilmiyordum, bilemezdim.

Meğer, Çelebi ile görüşmüş, dizi tasarısını gerçekleştirme görevini ona vermiş! Çelebi de kendiyle ilgisi bulunmayan, dahası, kırk yıllık arkadaşına ait olduğunu bildiği tasarıyı gerçekleştirme görevini bile bile üstlenmiş! Üstlenmeyi içine sindirebilmiş... Bana hiç belli etmiyor, hatta olabildiğince rastlaşmamaya özen gösteriyormuş kendince…

Bir gecede iki yabancı olmuştuk birbirimize!

İnsanoğlunun kötülüklerine, kalleşliğine, çıkarı için en yakınındakileri satma düşüklüğüne alışkın olduğumdan, Çelebi’nin bu tutumuna pek şaşırmamıştım. Hele geçmiş günlerde saklı o ince hesapçı, içten pazarlıklı hallerini, üstü örtülü kıskançlıklarını anımsadıkça, günün birinde bu noktaya gelmiş olmamız hiç sürpriz sayılmazdı.

Buna karşılık onu bağışlayacağımı da sanmıyordum. Onu ve arkasındaki şarlatan Müdür’ü… Şimdi güç onlardaydı. Gücünü kötüye kullanarak insanları dize getirmeyi, olmazsa hile yapmayı, bu uğurda yalan söylemeyi alışkanlık edinmiş Müdür ve onun maşası olmayı kendine layık görebilen Çelebi’yle aynı havayı solumamak için gazeteden ayrılmaya karar verdim. Orada kalıp da bir başka oyuna kurban edilmeyi gözleri bağlı kurbanlık koyun gibi bekleyemezdim…

Gazeteden ayrılırken, yine de bir umudum vardı doğrusu: Bana yapılan bu hileli oyunu içine sindiremeyecek başka arkadaşların varlığı… Az çok kendime yakın bulduğum ya da erdemli davranmayı kendine yakıştıracağına inandığım arkadaşları uyararak, benden çalınmış tasarıya destek olmamalarını istedim.

Bir düş kırıklığı da bu kavşakta yolumu gözlüyormuş meğer…

Hemen hiç kimse, gerçek sahibi oyuna getirilmiş bu tasarının içinde olmayız demedi. Tersine, “Madem kendi bırakmış, birileri gerçekleştirir bu tasarıyı!” diyenler olmuş, kulağıma kadar geldi. Herkes böyle bir dizide yer alabilmek için adeta birbirleriyle yarıştı dersem, asla yalan olmaz!

İnsanlara, erdemli davranışa, onurlu duruşa olan inancımı sarsmak için adeta itiş kakış öne geçmeye çalışıyordu herkes.

Söz konusu tasarının bana ait olup olmadığını soran biri çıktığında, Müdür, “Hayır, Çelebi’nin tasarısı bu!” yanıtını veriyormuş. Çelebi’ye sorduklarındaysa, “Gazetenin geliştirdiği bir tasarı” diyormuş.
Hani ne derler? Suç altından iğne olsa, kimse yakasına takmak istemezmiş!

Çelebi olanca pişkinliği ve utanmazlığıyla dosyamı koltuğunun altına sıkıştırıp kapı kapı dolaşıyor, diziye yazı yazacak eli kalem tutar adam arıyordu. İlgili ilgisiz, “Ben yazarım” diye ortaya atılan herkese yazı ısmarlandığını işitiyordum çevreden. Kendisine öneri götürülen kimileri bana telefon açarak, günah çıkarır biçemle izin istiyor, anlayışla karşılamamı bekliyordu. Kimileri, özellikle yoluma çıkarak ya da doğrudan arayarak olup bitenleri bana aktarıyor, deli kızdırmayı marifet sanan ahmaklar gibi, nasıl tepki göstereceğimi görmek istiyordu.

Artık bir daha görüşmemek üzere kopmuştuk Çelebi’yle. Şair olarak o güne dek yakalayamadığı ünü, kısa sürede böyle bir diziyle yakalamanın baş döndürücü mutluluğu içinde, artık hakkımda daha rahat, daha pervasız, daha utanmazca konuştuğunu işitiyordum. Özellikle alkol kokusuyla tütsülü meyhane masaları çevresinde, kafaları dumanlı, gözleri baygın, her yalana inanmaya hazır adam kılıklı cüdamlar arasında, benim onunla aynı yerde bulunmaya gönül indirmeyişimden de yararlanarak, atıp tutuyordu hakkımda. Kimse de, neden bunları yüzüne karşı söylemiyorsun deme gereğini duymuyor; Çelebi’nin anlattıklarına gözü kapalı iman ediyorlardı. Kimi cüdamlar, benimle ilişkilerini bıçakla kesercesine kesiyor, hatta ortak bir arkadaşımızın ölüm haberini bile benden saklıyorlardı... Bu haysiyet celeplerinin gözünde ancak bir koyun olduğunuz sürece değeriniz vardı. Mademki haksızlığa uğradın, demek istiyorlardı, mademki sana ait bir şey elinden hileyle alındı, öyleyse suçlusun; seninle görüşemeyiz… Hakkaniyetli olmak gibi bir kaygısı yoktu kimsenin. Hak aramak boşuna bir çabaydı; hatta kötü bir alışkanlıktı onların gözünde. Çünkü bunlar haklının değil, güçlünün peşinden gitmeye güdülüydü. İyi biri olarak benimsenmek için boyun eğici, suskun ve yazgıcı olmak gerekiyordu.

İnsanın kötülüğü de, aptallığı da, çıkarcılığı da, bunca küçülüşü de beni şaşırtmıyordu, hayır… Kötülük tohumunun, yalnızca insanın içinde yeşerme ortamı bulduğunu biliyordum. Yine de, nedenini bilmediğim bir kırgınlık yaratmıştı bende bu olay. O,  yıllar yılı birbirimizi aradığımız, birçok yerde birlikte göründüğümüz, neredeyse akraba gibi olduğumuz Çelebi’yi merak ediyordum. Sabahları aynanın karşısına geçtiğinde nasıl bir yüzle karşılaşıyordu acaba? Böylesine küçülmeyi kendine nasıl yakıştırmış, içine nasıl sindirmişti? Geceleri rahat uyuyabiliyor muydu? Bu işten kazandığı para, sağladığı çıkar ne olursa olsun, hırsızlık sıfatını kendine nasıl layık görebilmişti? Yıllarını şiirle uğraşarak geçirmiş biri için paraya karşı bunca zayıflık göstermesi nasıl bir ruh defosunun sonucuydu?

Bu sorulara kafamı fazlaca takmış olmalıyım ki, bir gece onu düşümde gördüm… Çelebi,  “Rüya Kardeşliği” adıyla bir tarikat kurmuş ve bu tarikatın şeyhliğini yapıyormuş. Tepeden tırnağa beyaz giysiler içindeydi şimdi. Başına geçirdiği yeşil külahın tülbendi, sırmalı cübbesi, yakasız gömleği, poturu, ayakkabısı, çorabı, hepsi beyazdı. Külrengi sakalı bile beyaza dönmüş, daha bir uzayıp sivrilmiş. Beyaz giysiler, ruhsal kirlenmişliğini aklamak için olsa gerek diye geçiriyorum içimden. Ama herkes ona bir din ulusu olarak saygı gösteriyor, geçtiği yollarda önünde saygıyla eğiliyorlar. Kimileri ona dokunmak, yanında, yakınında olabilmek için adeta yarış ediyorlar. Rüya Kardeşliği tarikatının üyeleri, bir şeyi elde etmek istediklerinde, önce onu rüyada görüyorlarmış. Rüyada gördükleri şey onlara helal sayılıyormuş. Dediklerine göre, başkalarının malını, mülkünü, hatta karısını bir kez rüyasında gören, ertesi gün ona ortak olmaya hak kazanıyormuş. Rüyada görülen şeyi, kardeş payı bölüşmeye yanaşmayanın dünyasını cehenneme çeviriyorlarmış. Dışlıyor, hakkında olmadık söylentiler çıkarılıyor, herkesin ondan uzaklaşması sağlanıyormuş.

Sonra çok kalabalık bir yerde buluyorum kendimi. Ortalık ana baba günü. İğne atsanız yere düşmez bir kalabalık… Tarikat şeyhi Çelebi hacdan dönecek diyorlar; bu kalabalık, onu karşılamak için toplanmış… Ezilmemek için bu ahmak kalabalığın dışında kalarak olup biteni uzaktan izliyorum. Tarikat üyeleri de şeyhleri gibi beyazlara bürünmüş o gün. Havaalanı gibi bir yer orası. Ama uçaklar inip kalkmıyor. Yedi tane gösterişli deve getirilmiş alana. Hayvanlar kıpırdandıkça boyunlarında asılı çanlar ötüyor. Develer kalabalıktan ürkmüş olmalı ki, durdukları yerde huzursuzca deviniyor, çanları sürekli ötüyor. Kimileri, gökyüzünden inecek olan şeyhin öndeki beyaz tüylü deveye binerek evine gideceğini söylüyor; kimileri de develerin onun ayağını bastığı yerde kurban edileceğini... Kalabalığın arasında, siyah şemsiyeli, beyaz giysili bir bölük kadın da var. Bunlar, şeyhin rüya kardeşleriymiş. Kadınlara biraz yakından bakınca birçoğunun, genç kızlıklarından beri tanıdıklarım olduğunu görüyorum. Artık yaşlanmış, yüzlerinin derisi sütlaç gibi buruş buruş olmuş, varisli bacakları kalçalarıyla birlikte yağlanıp kalınlaşmış, saçlarının ağarmışlığı rengârenk boyalarla kapatılmış, içlerinden bazıları torun sahibi olmuş, yine de şeyhin gözüne genç ve alımlı görünmek için çabalıyor, onu öven şiirler yazıyorlarmış.

Derken şeyhi getiren uçak bulutların arasında görünüyor, kalabalıkta bir dalgalanma oluyor, herkesi bir coşku sarıyor. Suudi Arabistan Kralı’nın özel uçağıymış bu dev kuş. Bulutların arasından döne döne süzülüyor. Yerden hayli yüksekte, kanat çırparak duruyor. Uçağın kapısı açıldığında, şeyh görünüyor. Kalabalıktan sevinç çığlıkları, tekbirler ve lebbeyk haykırışları, zılgıtlar, alkışlar yükseliyor. Herkes onu daha yakından görmek için birbirini çiğniyor. Havada kanat çırparak duran uçağın kapısına merdiven koşturuyor birileri. Ama bir tuhaflık var şeyhin durumunda. Basamakları inemiyor, merdivenin başında duruyor öyle, inmesi için birileri koluna girmiş yardım etmeye çalışıyor. Birkaç basamak inip de yakından görülünce, başının, kolunun, bacaklarının sargılar içinde olduğu anlaşılıyor! Onu karşılamak için birbirini çiğneyen kalabalık şaşkınlıktan donakalıyor!

Meğer, güneşin henüz doğduğu o yarı aydınlık vakitte, Mina’ya çıkan kalbi temiz, saf  Müslümanlar, Çelebi’yi karşılarında görünce, onun insan suretine bürünmüş şeytan olduğunu fark ederek, eteklerindeki taşları öfkeyle savurmaya başlamışlar! Şeytanı böyle capcanlı karşılarında görmek, ona olan öfkelerini kamçılamış. Taşı tükenenler, yerden toplayıp yeniden savuruyorlarmış… Suudi görevliler araya girmese, taşlaya taşlaya öldüreceklermiş!

Tedirginlik içinde uyandım.

Dışarısı hâlâ karanlıktı ve şakır şakır bir yağmur yağıyordu. Dünyanın kirini pasağını yıkamak istercesine, kırbaç şakırtısını andıran bir sesle yağıyor, bu ses karanlıkta daha da ürkütücü geliyordu.

Necati Güngör
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM